18 Kasım 2015 Çarşamba

Jim Morrison olunmaz, Jim Morrison doğulur

Jim için ne söylesem tarifsiz olacak, The Doors için ne söylesem tarifsiz kalacak, yaptıkları müziğin ve ortaya çıkardıkları işin ne derece harikulade olduğunu söyleyeceğim yalan olmayacak...

1960'lı yılların efsane grubu The Doors'un efsane solisti Jim Morrison, henüz yirmi yedi yaşındayken aramızdan ayrılarak, ardında da birçok gizemli soruyu bıraktı. Bize kalanlarsa eşsiz müziği ve söyledikleriydi.

Söyledikleri demişken, yıllar önce verdiği bir röportajın çevirisini paylaşacağım bugün sizlerle. Yazının en altında da röportajın orijinal halinin bulunduğu link yer alacak.

Röportajı okuduktan sonra Jim'in müziği dışında da, düşünceleriyle ve söylemleriyle bir ilham kaynağı olduğunu anlayacaksınız.

Huzur içinde uyu Jim Morrison...


The Doors hayranlarının seni bir kurtarıcı, kendilerini özgür kılacak bir lider olarak gördüğünü düşünüyorum. Bu sana ne hissettiriyor, ciddi bir yük değil mi?
Saçmalık. Doğrulup kendi özgürlüğünü ilân edecek cesareti olmayan birini ben nasıl özgürleştirebilirim? İnsanların özgürlüğü istedikleri iddiasının da doğru olmadığını düşünüyorum. Kime sorsanız sahip olmayı en çok istediği, en kutsal ve en değerli şeyin özgürlük olduğunu söyler. Zırvalık! İnsanlar kendilerine vurulmuş zincirlere sıkı sıkıya tutunmuş vaziyetteler ve ‘özgür bırakılma’ ihtimâli onları ürkütüyor. Korku, bu zincirleri kırmaya çalışana karşı durmayı, izin vermemeyi beraberinde getiriyor. Çünkü zincir onların güvenliği… Özgür olmayı gerçekten istemiyorlarsa nasıl olur da benden veya bir başkasından kendilerini özgür kılmamızı bekleyebilirler?

Neden insanların özgürlükten korktuğunu düşünüyorsun?
İnsanlar özgürlüğe karşı direnç gösteriyorlar çünkü bilinmeyenden korkuyorlar. (…) Tek çözüm akla gelebilecek en büyük korkuya karşı koymak, onunla(ve de kendinle) yüzleşmek. Kendini en derin korkunla ortaya çıkarmak yani. Sonrasında korkunun gücü kalmaz, özgürlük korkusu küçülür ve kaybolur. Ve artık özgürsün.





“Özgürlük” derken neyi kast ediyorsun?
Özgürlüğün farklı çeşitleri olmakla birlikte çok da yanlış anlaşılma var bu konuyla ilgili. Özgürlüğün en önemli çeşidi gerçekte ne isen o olabilmektir. Gerçekliğimizi herhangi bir role fedâ ediyoruz. Hislerimiz kezâ öyle. Hissedebilme yeteneğimizden vazgeçiyoruz ve bir maske takıyoruz. Bireysel bazda bir devrim olmadan ‘Devrim’in gerçekleşmesi mümkün değil. Devrim, önce içeride gerçekleşmeli. Bir insanın politik özgürlüğünü elinden alabilirsiniz ve bu ona pek de dokunmaz; ama hissetme özgürlüğünü elinden alırsanız bu onu paramparça eder.

Ama bir başkası benim hissetme özgürlüğümü ortadan kaldırabilecek güce nasıl sahip olabilir?
Bazı insanlar özgürlüklerini kendi elleriyle teslim ederken bazıları buna zorlanıyor. Tutsaklık hâli doğum ile başlar. Toplum, ebeveynler, hepsi doğduğun anda(ki) özgürlüğünü sana vermeyi reddederler. Bir insanı hissetme cesaretini elinden alarak cezalandırmanın şeytanca yolları mevcut. Baktığında etrafındaki herkesin gerçek hissedebilme doğalarını yok ettiğini görebilirsin. Sen de tabii çevrendekileri taklit ediyorsun.

Bizlerin aslında hissetme özgürlüğünden mahrum bırakılmış insanların toplumunu savunmak ve devam ettirmek için yetiştirilmiş olduğumuzu mu söylüyorsun yani?
Tabii.. Öğretmenler, din adamları, hatta arkadaşlar -veya ‘arkadaş’ denenler- görevi biten ebeveynlerin yerine geçiyorlar hemen. Bizden sadece kendilerinin istediği ve bekledikleri şekilde hissetmemizi talep ediyorlar. (…) Bir hayaletin peşinde koşarak erimiş oyuncular gibiyiz. Kaybolmuş gerçekliğimizin unutulmaya yüz tutmuş gölgesinin bitmek bilmeyen arayışı.. Bizden kendi istedikleri gibi olmamızı istediklerinde aslında bizim gerçek benliğimizi yok etmek istiyorlar. Şeytanî bir cinayet biçimi; bizi en çok sevenlerin yüzlerindeki gülümsemeyle işledikleri cinayet.



Bir bireyin tüm bu baskılardan kendi başına özgürleşebileceğinin mümkün olduğunu düşünüyor musun?
Böyle bir özgürlük kişiye verilemez. Kimse bunu senin için kazanamaz. Kendi başına kazanman gereken bir şey bu. Eğer kendin dışında (senin için) bunu yapacak birilerini arıyorsan hâlâ birilerine bağımlısın demektir. Hâlâ bu dışarıdaki diğerlerine karşı savunmasızsındır.

Özgürlüğü birlik olmak, güçlerini birleştirmek ve birbirlerine güç vermek amacıyla isteyenler için bu mümkün değil mi? Mümkün olmalı.
Arkadaşlar birbirine yardım edebilir. Ve gerçek bir dost kendi özgürlüğünü tamamen kendinin kazanmasına -özellikle de hissetme özgürlüğüne- izin veren kişidir. Ya da hissetmeme özgürlüğü tabii ki. O anda hissetmek üzere olduğun şey ne olursa olsun, bu tip dostlar için sorun değildir. Bu tam olarak da gerçek bir sevgidir; o kişiyi gerçekte olması istediği kişi olmasına izin vermek. Çoğu insan seni oynamakta olduğun rol için severler. Ve bu hem sevgilerinin hem de senin rolünün devamlılığı içindir. Böylece kendi yaptığın numarayı sen de sevmeye başlarsın. Evet, bir imgenin bir rolün içerisinde kapalı kalmış vaziyetteyiz ama en kötüsü insanlar buna alışmış durumdalar, maskelerine yapışık bir şekilde büyüyorlar. İnsanlar zincirlerini seviyor. Gerçek benliklerini unutuyorlar böylelikle. Ve eğer ki bunu onlara hatırlatmaya çalışırsan, en değerli şeylerini ellerinden almaya çalıştığını düşünerek senden nefret ederler.



İronik, üzücü. Peki insanlar senin yapmaya çalıştığın şeyin özgürlüğe giden yolu göstermek olduğunu anlamıyor mu?
Birçok insan ne kaçırdığının farkında değil. Toplum ‘kontrol’e ve hislerini saklama durumuna yüksek bir değer atfediyor. Bizim kültürümüz “ilkel kültürler” ile dalga geçiyor ve doğal dürtü ve güdüleri gizlemenin gururu ile dolanıyor etrafta.


Şiirlerinin birinde ilkel insanlardan övgü ve hayranlıkla bahsediyordun. Kast ettiğin şey onların belki şu anki ‘insanlık’ın dışında görüldüğü ama bizim toplumumuzun esas kusurlu ve imhacı olduğu muydu?
Diğer kültürlerin nasıl da barış içinde, doğa ile uyumlu bir şekilde yaşadığına bi’ baksana. Sırf kendi ideolojileri ile uyuşmadığı için savaş makineleri inşâ edip diğer ülkelere saldırmak üzere milyon dolarlar harcamıyorlar.










Hastalıklı bir toplumda yaşıyoruz...
Öyle. Ve hastalığın bir bölümünü de hastalıklı olanın biz olduğumuzun farkında olmamamız oluşturuyor. Toplumumuz birçok önemsiz şeye değer veriyor ve özgürlük bu listenin en sonlarında yer alıyor.








Ama sanatçının yapabileceği bir şeyler yok mu bu durumda? Eğer sen kendini hissedemezsen bir sanatçı olarak, nasıl devam edebilirsin ki?
Ben imgeler öneriyorum; bellekleri büyüleyerek hâlâ ulaşılabilir olan yolları gösteriyorum, ‘The Doors’ gibi. Ancak biz sadece kapıları açabiliriz, insanları o kapıdan geçmesi için zorlayamayız. Kendileri istemediği sürece ben kimseyi özgür kılamam. İlkel toplumlar belki de her şeyi bırakma, önemsememe hususunda daha başarılılar. Bir insan her şeyden vazgeçebilmelidir. Ona öğretilmiş olan tüm saçmalıklar toplumun beyin yıkamasından ibaret. Bunların tamamından kurtulup her şeyi diğer tarafa doğru öteleyebilmelisin. Çoğu insan bunu yapmaya istekli değil.





    Çeviren: bir papaz uçuran

             Orijinal metin: http://www.cinetropic.com/morrison/james.html
             
               #helloyasmin







16 Kasım 2015 Pazartesi

Şair Aslı Serin ve Muhteşem Dizeleri

''hadi bana sorular sor, cevaplı olsun
öyle uzun susmalara inanmıyorum...''

Aslı Serin, bu dizeleri yazarken ne hissetti bilinmez, ama ben Aslı Serin şiirlerini okurken çok değişik şeyler hissediyorum, orası aşikar. 

Şimdiye dek yayımlanan iki şiir kitabı var, ilki bu benim.zip, diğeri ise Dans Etmesek de Olur.
Ben blogda Dans Etmesek de Olur kitabından en sevdiğim dizeleri paylaşacağım, sizler için.
Şimdiden iyi şiirlemeler...



''şimdi duyduğumuz kalmanın sesi
kalmak ancak birileri gidince tamamlanırdı.
duyduğunuz ikna olmanın sesi
ilk yumruğu hatırla, elini kaldırdığında havaya
kaybolanları, kavgada, terminallerde, havaalanlarında
el sallamanın ciğere atılan yumruk olduğunu kim inkar edebilir
çıkan sesleri hatırla, isminin fısıltıya meylini
hayır gaipten değil''





''doğru taşı çekmiş ama bitememişlerden
ağzını büzmeden gülebilmişlerden
aynı şarkıyı bin defa dinleyebilmişlerden
babadan dertli anneden az
hayat böyle biraz, öyle biraz''





''dilin her şeyi bozabilecek gücüne
şarkıya girebilmek için ses gerekliliğine
önce bedenler evet der, en son yaralar peki
her tene uygun siyah elbiseler ve
evet evet peki

palavraları geçebilseydik, başlayacaktım''






''fırından alınan ekmekse bu yediğimiz değil
beklemekle sevgiliye inanmak bir değil
yazmakla yaşamak... Bir daha
unutmakla hatırlamamak aynı değil''


#helloyasmin



31 Ekim 2015 Cumartesi

Akbank Caz Festivali kapsamında Jülide Özçelik konseri

Sevgili Entel olma Kendin ol okurları, bu yazının esas amacı toplumumuza Jülide Özçelik sevgisini aşılamak ve daimi kılmaktır, muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.
Peki neden Jülide Özçelik'i sevmeliyim diye soranlarınız olduğunu duyar gibiyim. Hemen söylüyorum, ilk sebep o dünyanın en tatlı kadınlarından biri, ikinci ve en önemli sebep; iyi müzisyen. Gerçekten çok iyi müzisyen.


25. Akbank Caz Festivali kapsamında İstanbul bu yıl yurtdışından önemli isimleri de ağırladı, Bayblon Bomonti, Nardis, Wolkswagen Arena onlarca konser durağından yalnızca birkaçıydı. Elbette sizi müthiş caz bilgimle ezmek istemem fakat zaten konumuz festival değil; konumuz o festivalin ev sahipliğinde 27 Ekim 2015 tarihinde Caddebostan Kültür Merkezi'ndeki biricik Jülidemin konseri.

Kendisine duyduğum ilgi ve alakadan mütevellit, gittiğim bayram şekeri tadındaki konseriyle ilgili bir kaç görüşümü paylaşmak isterim, yüksek müsadenizle.

Kendisiyle ilgili vikipedik bilgiler paylaşıp sizi boğmayacağım, bilmenizi istediğim şey bu kadının 'kadife ses'in tanımı olduğu, sahnede konuştuğu sıralarda minicik bir kız çocuğu gibi her an utancından sahnenin arkasına kaçıp gidebileceği hissi, aslında bir caz sanatçısı olup aslanlar gibi 'Neşet Ertaş' türkülerini kendi tarzıyla yorumladığı ve malesef ve ne yazık ki şuana dek bizi sadece iki albümüyle onurlandırdığı gerçeği. Evet bilmenizi istediklerim, tam olarak bunlar.




Konser başlarken de biterken de aynıydı, kendinin ve yaptığı işin öyle farkında ve öyle duru ki ne kendini ne de müziği süsleme gereği duyuyor, ve buda onu eşsiz kılıyor.

Orkestrasındaki müzisyen arkadaşların da hakkını yemeyelim şimdi, sanatçı dendiğinde kategorize etmeyi pek sevmiyorum ama ne de olsa o bir caz sanatçısı olduğu için, konser de piyanistinden bateristine hepsi ama hepsi, gerçekten çok iyiydiler ve salondaki herkese tadından yenmez bir akşam yaşattılar.


Bu da konserden bir kare, kendi elcaaazlarımla çektim, sizler için.

Buraya da bi 'Yalan Dünya' iliştiriveriyom, yalnız dikkat edin yüksek oranda bağımlılık içerir.

Sağlıcakla kalın...        #helloyasmin



30 Ekim 2015 Cuma

Prag'da Sonbahar




Prag'da Sonbahar

Karanlık saatler neyi anımsatır size? Neyi anımsatır fısıldanan yarım sözler? İterken gün ışığına otları, çiçekleri? Robert Graves'in "Sevdaların Kışı" uzun bir acıyı mı getirir düşlerinize?
Yoksa zamansız bir kaçışı mı büyütür gözlerinizde?




Sen mutlaka bu gece Prag'da olmalısın ve Kafka'yı okumalısın...

Sabah karşı gökyüzünde yıldızlar oynaşırken mutlaka Tuna Nehri'ne bakıyor olmalısın. Charles Köprüsü'nde şafak sökerken yürümelisin. Bir öğle vakti Franz Kafka'nın doğduğu evi görmelisin. Mozart'ın Don Giovanni'yi ilk kez sahneye koyduğu Estates Tiyatrosu'nun önünde sarı saçlı, mavi gözlü kızdan bohemya kristal bebeklerinden almalısın, sonrada Antonin Dvorak Müzesi'ni gezmelisin. Eğer o saatlerde IMF karşıtı gösteriler yapılmıyorsa, müzisyen ve soytarıları seyretmelisin...

Çocuksu düşler kurmalısın, bir sabah Prag'da Tuna Nehri'ne bakarken. Bir ara geçmişe dönmelisin, gri gölgelerle kaplı 1968 Ağustos'unda Prag'da tankların paletlerinde ezilen çocukları, yıllar sonrada sosyalizmin coşkusunu düşünmelisin.




Sormalısın kendine "Ve bu mudur mutluluk?" çifte intihardan sonra yürek yüreğe karşı yeniden hayata dönmek, düzeltemek saçlarını, silmek dökülen kanı, gencecik bir kız bulup kulağına gecede "Sonsuz kadar" diye yeminler fısıldamak. Ne tartışma, ne öfke, ne pişmanlık ne de suçu paylaşma...

Ağu vardı kadehte, getiren kim bize ne! Ne ölen aşkımıza yas, ne uluyan fırtına! Karanlıklardan esen hüznün gülüşü yalnız!.. 

Bir soğuk kış manzarası çitleri kar örterken! Başını hafifçe göğe kaldır istersen bak yağmur yağıyor mu? Kafka'nın evini gezerken bir tuhaf yalnızlık yaşayacaksın! Eğer noktalı virgülleri, ünlemleri, soruları yerli yerine koyabiliyorsan inan mutlu olacaksın!

Prag'da bu Pazar ne düşünüyorsun bilmiyorum. Bilirim Prag'a sonbahar yakışır! Sende Prag'a!




Peki sen Miroslav Holub'u tanır mısın?

"Git aç kapıyı, belki bir ağaç, bir koru, belki bir bahçe ya da sihirli bir kent vardır dışarda. Git aç kapıyı, ıslak karanlıktan başka, hiçbir şey olmasa bile dışarda git aç kapıyı. Hiç olmazsa esinti olur bir parça!"




Kafka'nın evinden çıktığında ıhlamur ağaçlarının üstünde kuleler göreceksin Prag'da... Uzaklarda ağır bulutlar ve hafif yol vardır. Sonra yum gözlerinin ve düşün... Ne savaşlardan konuş ne zindanlardan... Deniz fırtınasından konuş!
Herbertin dünyasının ekseninin gıcırdayıp gıcırdamadığına bak. Çürümenin paramparça hecelerinden söz et. Adsız çocuklarımızı düşün. Yaşamın kahreden o acı bahçelerinde gezin. İnatçılığın, bencilliğin, ikiyüzlülüğün karşısında diren.

Çünkü direnmek sana yakışır!
















27 Ekim 2015 Salı

BUGUN DOGANLAR : SYLVIA PLATH

                                             

Sylvia Plath

Sylvia 27 Ekim 1932’de ABD'nin Massachusetts eyaletinde, Alman bir baba ve Amerikalı bir annenin kızı olarak dünyaya geldi. Profesör olan ani babasının ölümünün etkisinde kalan Plath ilk şiirini 8 yaşında yayımladı. Hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu.  1950 yılında bursla Smith College'de eğitim alır. Bu sırada ilk intihar girişimini gerçekleştirerek akıl hastanesine yatırılır. 1955'de mezun olarak Cambridge Üniversitesi'ne devam eder. Şiirleri okul gazetesinde yayımlanır. Burada hayatının aşkı ve belki de intiharına sebep olacak İngiliz şair Ted Hughes ile tanışır. 1956 yılında evlenirler. Çiftin iki çocuğu olur. Ancak bu evlilik Sylvia'nın çıldırışını taçlandırır. Ted Hughes'in sadakatsizliği, ikilinin arasındaki gerilim, edebi çatışmalar Sylvia'nın boşanma davası açmasına neden olur. Dava sonuçlanmadan Sylvia 11 Şubat 1963'te tekrar intihar ederek hayatına son verir. 

Bugün 27 Ekim Sylvia Plath'in doğum günü. İyi ki doğdun Sylvia.


"Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla Sırça Fanus’ un yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdi. O Sırça Fanus ki içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür."


"Sırça Fanus" Sylvia Plath'in kendi ruhsal bunalımından da izler taşıyan Ocak 1963'te "Victoria Lucas" takma adıyla yayımlanan tek romanı. Kitabın orijinal ismi: "The Bell Jar". Yazarın intiharından sonra gerçek ismiyle yayımlanmaya başlamış ve büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Sırça Fanus eleştirmenler tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirilir. 




"Bir erkeğin evlenmeden önce bir kadına verdiği tüm güllere, öpücüklere ve akşam yemeklerine karşın, gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik işlemleri biter bitmez kadının mutfak paspası gibi ayaklarının altına serilmesiydi."


Sylvia Plath'i hayatına son vermeye iten sebeplerden belki de en barizi eşinin ihanetidir. 1961 yılında Hughes çiftine Wevill ailesinin komşu olur. Ted Hughes'in kadın şair Assia Wevill arasında bir ilişkinin başlaması, Plath'in sonunu hızlandıran etmenlerden birine dönüşür.




"İki kişinin birbirine gitgide daha fazla kapılışını seyretmekte moral bozan bir şeyler vardı, özellikle odadaki tek fazla insansan."


11 Şubat 1963 günü Sylvia Plath uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiyelerini bırakır. Kapının tamamen kapandığından emin olur. İçeri gaz girmemesi için kapının aralıklarını bantlarla tamamen kapatır. Ardından mutfağa geçip fırının gazını açıp kafasını fırının içine sokarak intihar eder. 



 "Kendimi duygusuz ve boş hissediyordum, aklım, paramparça olmuş hayallerimin kırıntılarıyla doluydu."



26 Ekim 2015 Pazartesi

Film Tavsiyesi: Who Am I

 KÜNYE
FİLM ADI : Who Am I - Kein System ist sicher / Who Am I - No System Is Safe
YAPIM YILI : 2014
TÜR : Gerilim
SÜRE : 102 dk
YÖNETMEN : Baran bo Odar
OYUNCULAR : Tom Schilling, Trine Dyrholm, Stephan Kampwirth, Hannah Herzsprung, Elyas M'Barek
ÖZET :  Genç bir bilgisayar dehası olan Benjamin, sadece Almanya’da değil dünya çapında tanınan biri olmak istemektedir. Yer altı bir hacker grubu, Benjamin’i aralarına katılmaya çağırınca, Benjamin bu tehlikeli teklifi kabul eder ancak bu tehlikeli oyunlarda başına geleceklerden habersizdir.

Özet’ine bakınca en başta izleyip izlememek konusunda biraz çekimser kaldım açıkçası. Sonuçta hacker grupları, bilgisayar kodlamaları ne anladığım ne de ilgimi çeken bir konu aslında. Ama yine de insanın ağzını açıkta bırakan finaliyle sanırım son yıllarda kendini tekrar edip duran filmler arasından çıkmayı başarmış durumda.  Hikayenin baş kahramanı Benjamin bir çok filmde kendisinden hiç beklenmediği halde büyük işler başaran o tiplerin özelliklerine sahip. Hatta ilk başta izlerken insan; işte hiç göstermese de dünyayı kurtaracak sisteme kafa tutacak ama daha bir “Merhaba” demekten aciz arkadaş bu işte diye anlıyoruz gidişatı ve başlıyoruz Benjamin’in nasıl büyük bir değişim yaşayacağını izlemeye. Asosyal, işi gücü bilgisayar olan, geçmişinde aile travması yaşamış, ne arkadaşı ne bir sevgilisi olan o ağzından hiçbir cümle çıkmayıp insanı izlerken deli eden “ee hadi bir şey söyle artık” diye kudurtan cinsten tüm benzeri filmlerdeki esas oğlanlarla aynı özelliklere sahip Benjamin. Bu bakımdan insanı biraz yoruyor açıkçası film. Sonuçta bu tip karakterlere artık çok aşinayız artık. Böyle bir karakteri görünce devamında gelecek olan olayları az çok tahmin edebiliyoruz. Derken Max karşımıza çıkıyor. Benjamin’in tam tersi özelliklerine sahip Max gayet rahat, özgüvenli, bır bır konuşup hiç susmayan, pervasız, umursamaz, kadınlarla arası iyi, arkadaşları olan bir karakter. Bizim temiz yüzlü içe kapanık evladımızla tek ortak noktası bilgisayarlara olan düşkünlüğü. İkisinin yollarının kesişmesiyle hikaye başlıyor. Yalnız bu noktada oyuncuları kesinlikle tebrik etmek gerekiyor. Rollerinin hakkını dolu dolu vermişler. Hiçbir karakter sırıtmıyor. İzlerken insanı rahatsız etmiyor.



Hemen bir hacker grubu kuruluyor, isim bulunuyor ufak işlerle isim yapmaya başlıyorlar. Hiç bir sistemin güvenli olmadığını bas bas bağırıyorlar.  Ardından daha büyük tehlikeli işlerin içine giriyorlar. Derken olaylar hızla gelişmeye başlıyor. Tabi arada kurguda biraz zorlamalarda yok değil. Hikayenin sürekliliği kimi zaman tıkanıyor. Filmin sonuna doğru aslında devamlılıkta büyük kopuşlar var gibi ama şok etkisi yaratan finalle bu kusurlara pek fazla takılmıyorsunuz. Filmdeki belki de en yaratıcı kısım hackerların anonim olarak takıldıkları internet ortamının tasarımıydı. Daha önce hiçbir filmde şahit olmadığımız orijinal bir mecra yaratmışlar. Bu sahneler internetle fazla haşır neşir olmayanların teknik kısımları daha iyi anlaması için somut bir gösterim olmuş.  Ayrıca böyle özgün sahnelere filmlerde pek rastlamadığımızdan çok da şahane duruyor.   
Sonuç olarak gerilimini kaybetmeyen dinamik bir yapısı var filmin. Bilgisayar, hacker, kodlama falan hiç bana göre değil diyerek izlememezlik yapmayın çünkü teknik terimlerle ilgili karmaşık ifadeler kesinlikle yok. Final de “anlaşıldı burdan Fight Club’a bağlıyoruz” diye düşündüğümüz anda bir şok etkisi daha yaşayıp bambaşka bir sonla karşılaşıyoruz. Şimdiden iyi seyirler…  #bonjourasli



25 Ekim 2015 Pazar

Emrah Saka Röportajı


Jeoloji mühendisi bir adam, asıl işiyse müzik. Radyonuzu açtığınızda hiç de yabancısı olmadığınız bir ses, Emrah Saka. Bakalım bize neler anlatmış?








Emrah merhaba; sana birbirinden eğlenceli, hiç sıkılmadığın cevaplayacağın sorular soracağız, üstelik bu bloğun ilk röportajı...Öncelikle Emrah Saka neler yapar, çok kısa tanıyalım seni?
                           
Emrah Saka aslinda yuksek jeoloji muhendisi. Ustune de radyo televizyon yuksek lisans yapti. 1992 den radyo, tv programlari, dublaj, ozel roportajlar yapiyor.


Radyo programcılığının dışında birçok farklı şey yapıyorsun ve bunların içinde belki de en cezbedici olanı dünyaca ünlü isimlerle yaptığın röportajlar. İçlerinden en etkileyici olanını bizimle paylaşmanı istesek?

Pek cok kisi ile röportaj yaptim. Aralarinda Arnold Schwardzenegger ve Depeche Mode beni en cok etkileyenlerdir. Yaptigim isleri www.emrahsaka.com da topluyorum.


Radyocu olmanın en keyifli yanı nedir?

Tanimadigin bir insanla iletisim kurabilme sansi. Dinleyici bana bu firsati veriyor ve radyoyu aciyor. Bana deger veren birine herkesin soyledigi seyleri soylersem olur mu? Beni sectiyse onu hakli cikarmaya calisirim. 


Muazzam bir arşivin olduğuna eminiz ve mutlaka 5’le sınırlı tutamayacak kadar da favori şarkın olduğuna. Ama biz senden ilk 5’i istesek, hangileri olurdu?
İlk 5 ve son 5 her zaman Depeche Mode'tur.


Türkiye’de müzik gerçekten müzik mi? Son yıllarda hızla artan dj olma tutkusunu ve gençlerin müziğe olan ilgisini nasıl değerlendirirsin?
Radyo programciligi ve club Dj'ligi farkli seyler. Farkli olamiyorsan asansorde fotograf cekenlerden de farkin kalmaz. 


‘Bence hak ettiği yerde değil/değiller’ dediğin bir müzisyen ya da müzik grubu var mı? Ve neden böyle düşünüyorsun?

The Chvrches i cok seviyorum bu aralar. Daha iyi yerlere geleceklerine inaniyorum.



Son yıllarda İstanbul bir çok ünlü müzisyen ve grubu misafir etme şansına sahip oldu. Peki sence, etkınlıklerde göze çarpan eksiklikler neler, konser ve festival ruhunu tam olarak yaşayabiliyor muyuz dersin?

Ayni saha aktiviteleri ile suslu organizasyonlari secmek istemiyor kimse. Fotograf ve video cekmeye gelenlerin, gercekten muzik dinlemek isteyenlere saygili olmasi taraftariyim.


Hayatından müziği çıkarsak yerine başka bir şey koymanı istesek, bu ne olurdu?

Bunu muzige sormustum bir zamanlar. Sonsuza dek birlikte olacagiz demisti. Onu sevdigimi bildiginden soylemis olsa gerek.


Son olarak; canlı izlemek istediğin ve ‘Ölmeden önce mutlaka o performansı seyretmem gerek!’ dediğin bir isim var  mı?

Sayisiz konsere gittim. Gormedigim grup ve sanatci kalmadi diyebilirim. Ancak Michael Bublé, The Chvrches, bu aralar gormek istediklerimden.


#helloyasmin